Sunday, 29 December 2013

Street Harassment and The Informal Ghettoization of Women - Cynthia Grant Bowmen

“Özgürlüğün en temel anlamı yani qısıtlanmadan özgürlük (freedom from restraint) esas alındığında aslında qadınların özgürlüğü xiyabanda taciz ile qısıtlanır. Çünkü qadınların fiziksel ve coğrafik hareketliliklerini sınırlayır ve qamusal alanda yalnız olaraq tezahürlerini engelleyir. Bu anlamda, xiyabanda taciz qadınların enformal getolaşdırmalarını – özel alanın aile ocağına getolaşdırma- başarmış olur” (Bowman, 1993, s. 520).   
 








* Street harassment is a phenomenon that has not generally been viewed by academics, judges, or legislators as a problem requiring legal redress, either because these mostly male observers have not noticed the behavior or because they have considered it trivial and thus not within the proper scope of the law. (p.519) 

* The liberty of women, in this most fundamental sense of freedom from restraint, is substantially limited by street harassment, which reduces their physical and geo- graphical mobility and often prevents them from appearing alone in public places.12 In this sense, street harassment accomplishes an in- formal ghettoization of women - a ghettoization to the private sphere of hearth and home.  (p.520)

Toward a Working Definition of Street Harassment

* Although street harassment encompasses a wide variety of behaviors, gestures, and comments, it has some defining characteristics: (i) the targets of street harassment are female;31 (2) the harassers are male; (3) the harassers are unacquainted with their targets; (4) the encouniter is face to face; (5) the forum is a public one, such as a street, sidewalk, bus, bus station, taxi, or other place to which the public generally has access;32 but (6) the content of the speech, if any, is not intended as public discourse. (p. 523-524)

* Central to the freedom to be at ease in public spaces is the capacity to pass through them while retaining a certain zone of privacy and autonomy - a zone of interpersonal distance that is crossed only by mutual consent. If, by contrast, women are subject to violation of that zone of personal privacy when they enter public areas, that very invasion of privacy effectively drives women back into the private sphere, where they may avoid such violations. Thus, by turning women into objects of public attention when they are in public, harassers drive home the message that women belong only in the world of the private.  (p: 526 – 527) 

* The target of street harassment is literally every woman between the age when her body begins to develop sexually and that undefined point when she is no longer assumed to be a sexual being because she is "too old." Different women may experience street harassment in different ways, though. For a very young girl, it is one of her first lessons in what it means to be a sexual being - a confusing and shame-producing experience. (P: 531) 

The experience of street harassment may also differ with the race, class, or ethnicity of the targeted woman and the history of gender interactions to which she has become accustomed.  

The Consequences of Street Harassment for Women, Gender, and Society 

* The fear, psychological trauma, and restrictions on personal liberty described above have obvious consequences for women as individuals. Not so obvious, perhaps, are the consequences suffered by society as a whole. In fact, the harms of street harassment extend to its impact upon the relationship between the sexes, upon the construction of gender in our society, and upon social and political relationships in general. (P:540)

* street harassment both increases women's dependence on men and contributes to distrust and hostility between the sexes. 

* Second, contrary to the folk wisdom that "sticks and stones may break my bones but words will never hurt me," language is instru- mental in the construction of reality; language locates individuals within that reality and thus constructs their gender identities.Women learn to associate their bodies with shame, fear, and humili- ation.115 Women also learn their place in society from language, and they learn that this place is not a public one. The remarks women hear from harassers on the street carry the implicit (and sometimes explicit) message that women do not belong in public, where they draw attention by their mere appearance, but rather in the private sphere, at home.(p.541)

qaynaq: The Harvard Law Review (1993), vol. 106, N. 3, pp: 517-580

   
 
 
 

Wednesday, 4 September 2013

ARAÇSALCI YAKLAŞIMLAR VE İLKSEL BAĞLAR - Anthony D. Smith




Araçsalcı yaklaşım, insanların her zaman çok çeşitli gruplar içinde yaşamış ve çalışmış olduklarına inanır. Araçsalcılar için kimlik, yaygın, kapsayıcı bir şey olmaktan ziyade durumsaldır. Ve kolektivitelerin değil bireylerin sahip olduğu bir şey olarak incelenmiştir. Bu yaklaşımda, sıklıkla ‘ilkçilik’ (primordialism) başlığı altına dahil edilen çeşitli konumlar vardır.
En uç versiyon, konuşma, görme ya da koklama duyularımız gibi bir etnik kimliğe sahip olduğumuzu savunur. ilkçiliğin bu biçimi, ‘doğaları itibariyle’ insanları, bir ailenin üyesi olmalarına benzer şekilde, değişmeyen etnik toplulukların üyeleri olarak görür. Bu görüşü özel olarak, ilk kez erken on dokuzuncu yüzyıl Alman Romantiklerince ortaya konan, ama zaten Fransa’da Rousseau’nun takipçileri arasında da bulunabilen milliyetçiliğin ‘organik’ versiyonunda bulunur. Milliyetçiliğin organik versiyonuna göre, milletler doğal sınırlara sahip oldukları gibi, doğada özgül bir kökene ve mekana, özel bir karaktere, misyona ve yazgıya da sahiptirler. Bu görüşte, milletlerle etniler arasında bir ayrım yapılmaz. Her ikisi de doğal düzenin eşit ölçülerdeki parçalarıdır ve milliyetçilik, insanlığın doğasında bulunan bir özelliğidir.
İlkçiliğin ikinci versiyonu, sosyo-biyolojinin son zamanlardaki canlanışıyla bağlantılıdır. Bu bakış açısına göre, etniler ve milletler doğaldır, çünkü genetik verimle kapsayıcı uygunluklarından dolayı seçilen akrabalık gruplarının uzantılarıdır. Her üretici başarı, ‘akraba kayırmacılığı’ ve karşılıklılıkla maksimize edilir ve kültürel benzerlik, genetik yeniden üretim arayışlarında bireyleri kapsayıcı akrabalık grupları aracılığıyla yönlendirmenin önemli bir aracı olarak kabul edilir. 
İlkçiliğin üçüncü bir versiyonu, etniseteyi genel olarak, önceden var olan, verilive güçlü, ama aslında bazen ezici ya da ‘sorgulanmaz’ bir toplumsal bağ olarak kabul eder. Fakat bu duygusal güç, etnik bağın doğasından kaynaklanmaz, verili bir etnik karşılaşmanın tarafları ya da belirli bir etninin üyeleri tarafından hissedilir. Bu görüşe göre her insanın bu veya şu etnik topluluğun üyesi olmalıdır; etnisite tarihi kavrayışımızın esasını teşkil eder; etnik bağlar öteki bağlılıklara baskın gelir, yine de verili etniler yaşama gücünü yitirebilir, dış güçleri tarafından yeniden canlandırılmak üzere yavaş yavaş güçsüz düşüp yok olabilir.
İlkçiliğin çeşitli versiyonları birtakım itirazlara açıktır. Bunlardan birincisi, insanların, bir toplumsal gruplar çeşitliliği içinde yaşadığını ve bu toplumsal gruplardan bazılarının diğerlerinden daha önemli ve belirgin olduğunu vurgulayan itirazdır. Dolayısıyla etnik bağın mutlak bir önceliği yoktur. İkinci itiraza göre, diğer toplumsal bağlar gibi etnik bağlar da ekonomik, toplumsal ve siyasal güçlere tabidir ve bu yüzden koşullara göre dalgalanır ve değişir. Üçüncü itiraz, bireylerin ait olmayı tercih ettikleri etnik topluluğu seçme ve kendilerinin ve ailelerinin yazgısını çizme serbestliklerinin ilkçilerin izin verdiğinden çok daha fazla olduğuna ve bunun özellikle yirminci yüzyıl sonu için doğru olduğuna dikkat çeker.
Smith’e göre bu itirazlarda bir yanlış anlama var. Doğru olarak ele alınmalarına karşın ilkçiliğin ‘güçlü’ ya da doğalcı versiyonlarının bazı eleştirileri, bir çok etninin kalıcı ve bağlayıcı niteliğini ve yüzyıllar süren direngen devamlılığını gözden kaçırır ya da göz ardı eder. Bu eleştiriler ayrıca, etnilerin ve milletlerin katılımcılarının ya da üyelerinin dahil oldukları kolektiflikler bağlamındaki güçlü hislerini de gözden kaçırır ya da üzerinden atlar. Daha önemlisi, bu eleştiriler bireysel düzeyi kolektif düzeyle karıştırır. Bireyselin karşıtı olarak kolektif düzeyde etnisite, güçlü, patlayıcı ve sıklıkla devamlı bir güç olarak kalır. İsimler, vatanlar, bellekler ve semboller, fatihlere, sömürgüleşmeye ve ilk başta işaret ettikleri ya da sınırlarını çizdikleri nüfusun göç etmesine karşın yine de yüzyıllarca ayakta kalabilir.

MODERNİZMİN SINIRLARI
Eskilciler ile modernistler arasında tartışmalar, etniler ve etnisiden ziyade milletler üzerine bir tartışmadır. Bazı akademisyenlere göre milletler de eskil ve ölümsüzdür. Kökleri ortaçağ ve hatta antikiteye dek uzanır. Her ne kadar kendi kaderini tayin hakkı modern çağda doğmuşsa da milletler ve milliyetçiliklerin olmadığı bir çağ asla olmamıştır. En erken antikiteden, eski Sümer ve Mısır kayıtlarının başlangıcından itibaren bakıldığında milletler bulunabilir.
Bu görüşlere karşı olan modernist bakış açısına göre: Milletler ve milliyetçilik oldukça yeni bir fenomendir. Endüstriyalizm, kapitaliz, bürokrası, kitle iletişimi ve sekülerleşmenin devrimci modern güçlerinin ürünüdür. Bazı düşünürlere göre, milletler ve milliyetçilik esasen, modernliğin Batı’da yavaş yavaş sonuna yaklaşan belirli bir dönemine sıkı sıkıya bağlı bir on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl fenomenidir.
Bu yüzden söz konusu fenomenin ileri sanayi toplumlarında eski bir olgu haline gelişi yirminci yüzyılın sonunda daha da belirginleşmiştir.
Modernist yaklaşımın bir versiyonuna göre: Milletler ve milliyetçilik önce erken dönem modern Batı’da, sonra da Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın ilhak edilmiş denizaşırı topraklarında sömürgecilik yoluya ortaya çıkmış teritoryal ve profesyonelleşmiş modern devletin yükselişi ve doğasından üretilmiştir.
Milleti ön plana çıkaran ve mutlakiyetçi devletleri milli devletler haline getiren şey, Fransız ihtilalı sonrasında monarşik egemen devletlerin demokratikleşme ve halk egemenliği fikrinin yayılması aracılığıyla yaşadığı dönüşümdür.
Hobsbawn, milliyetçilik gücünü ve anlamını yalnızca, milletin modern devletle birleşmesinden alır. Modernist yaklaşımın ikinc versiyonunda; milletler ve milliyetçilik Avrupa’da Reformasyon’dan itibaren devletle sivil toplum arasında açılmış olan boşluk ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşmada köprü görevi gören bir araçtır.
Milletler ve milliyetçilikler, modern endüstriyel toplumsal örgütlenmenin gereksinimlerinden ve onun kitlesel okuryazarlık ile mobiliteye yönelik baskılardan türetmiştir.
Sanayi toplumu, akışkan, büyüme yönelimli bir toplumdur; temel meşruyiteni, maddi beklentileri gerçekleştirme becerisinden alır.
Büyük ölçekli ekonomik gelişmeyi yaratabilen büyüme yönelimli bir modern toplum, «yüksek» milli kültürlere olan ihtiyacı karşılar ve söz konusu yüksek milli kültürler sadece devlet tarafından yönetilen, standardize edilmiş, kitlesel, halk eğitimi sistemleri aracılığıyla sürdürebilir.
Modernist bakış açısına karşı itirazlar:
- tarihsel itiraz:
İdeoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin yeni bir fenomen olduğu, başlangıcının on sekizinci yüzyıl sonu olduğu doğrudur, fakat etnik bağları aşan milli duyguların yükselişinin izlerini birkaç Batı Avrupa devletinde daha önce değilse bile on beşinci ve on altıncı yüzyıllara dek sürmek mümkündür. 
Örneğin, on dördüncü ve on beşinci yüzyılda Fransa, İngiltere, İskoçya, İspanya ve İsveç’in yanı sıra Polonya ve Rusya’da küçük dinsel ve bürokratik sınıflar arasında, bir teritoryal-kültürel ve siyasal cemaat olarak millet kavramına yönelik ateşli bağlılık ifadeleri vardır.
Bir diğer problem, modernist yaklaşımların araçsalcılığından kaynaklanır. Milyonlarca kadın ve erkeke ana vatanları, yurtları için, Fransa için, İtalya için, İsrail için, Vietnam için kendilerini, yaşamlarını feda etmişler. Etnisiteye dair araçsalcı yaklaşım, insanların niçin kendi ilerleme araçları olarak sınıf ya da bölgeyi değil de etnisite ya da milliyetçiliği tercih ettiğini açıklayamaz. 

Kaynak: Küreselleşme Çağında Milliyetçilik

Monday, 2 September 2013

KİMLİK, SÜREKLİK VE DÖNÜŞÜM - Anthony D. Smith




Etnisitenin devam eden gücü ve etnik milliyetçiliklerin ileri sanayi toplumlarında bile halen varoluşu, etnisitenin modernleşme aracılığıyla aşılacağı mitinin yanı sıra milletler ve milliyetçiliğe dair yakın dönem modernist kuramlar için de büyük bir engel teşkil ediyor.
Bu kuramların başarısızlığının ana nedeni modernliğin sonuçlarını modern-öncesi çağlardan kaynağını alan kültürel bağlar ve etnik kimliklerin oynadığı halen devam eden role dair bir kavrayışla birleştirmeyi reddetmeleridir.
Aşkın, eklektik küreselleşme ve yeni yerelciliğin postmodern trendlerini kavrayabilmek için, onları yalnızca modernleşme süreçleriyle değil, aynı zamanada bir çok modern milletin temel taşını oluşturan ve bugün hala güçlü bir etkiyi ortaya koymaya devam eden modern öncesi kimlikler ve miaslarla da ilişkilendirmek gerekir.
Örneğin, modern Fransa ve Rusya’nın toplumsal ilişkileri ve kültürel pratikleri, geleneklerin mitlerin, hatıraların, sembollerin ve bugüne dek güçlü bir etkiyi siyasal geleneklerde, dilde, edebiyatta, mimari yapılarda, danslarda nesilden nesile aktarılan değerlerin içine gömülüdür.
Kaynak: Küreselleşme çağında milliyetçilik

Sunday, 1 September 2013

KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA MİLLİYETÇİLİK (Anthony D. Smith)






Giriş
Dünyanın her tarafında patlak veren etnik çatışması ve milliyetçilik birçok kişiyi şaşırtmasına rağmen bu dalganın hızla yok olacağını inancı hala devam ediyordu. Fakat bu kişiler etnik topluluğun uzun bir tarihi olduğunu; bir ideoloji ve hareket olarak milliyetçilik, en azından Fransız ve Amerikan Devrimlerinden beri dünya politikasını etkilediğini gözardı etmişlerdi. 
Milliyetçiliğin yakın geçmişteki dirilişi ancak uzun bir tarihsel sürecin parçası olarak anlaşılabilir ve Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla, hatta İkinci Dünya Savaşı’yla başlayan çözümlemeler sığ ve yanıltıcı olmak durumundadır.
Anthony D. Smith Küreselleşme Çağında Milliyetçilik kitabında, milliyetçiliğin bugünkü dirilişine dair bazı çözümleme biçimlerini değerlendirmeyi ve milletlerle milliyetçiliklerin oluşumundaki yeni trendler hakkında bakış açısını ortaya koymayı amaçlıyor.
Smith modern dünyanın genel olguları olarak milletler ve milliyetçiliği kavramaya yönelik anahtarın, küresel karşılıklı bağımlılığın sonuçlarından çok, tarihsel kültürler ile etnik bağların devam etmekte olan çerçeve ve kalıtlarında bulunduğuna inanıyor.
Smith aslında bu kitapta, ikinci binyılı kapatırken, dünyanın giderek daha fazla birleştiği, birbirine bağlandığı ve etnik gruplarla milletler arasındaki engellerin azaldığı ve geçersiz hale geldiği bir zaman diliminde etnik çatışma ve milliyetçiliğin niçin yeniden dirildiğini incelemek istiyor.
Smith’in savına göre milliyetçilik gücünü daha çok tarihsel yerleşmişlikten alır. Bir ideoloji olarak milliyetçilik sadece ve sadece popüler bir akort tutturduğunda, belirli toplumsal gruplar ya da tabakalar tarafından benimsendiği ve onlara ilham verdiği takdirde kök salabilir. Ama milliyetçilik ideolojiden öte bir şeydir. Diğer modern inanç sistemlerinden farklı olarak milliyetçilik, kendisinin mutlak bir şeye dönüştürdüğü şu veya bu, ama yine de özgül bir milletin varlığı ve karakterine de dayanır. Bu yüzden, milliyetçiliğin başarısı özgül kültürel ve tarihsel bağlamlar üzerinde inşa edilir; ve bu, ortaya çıkışlarında milliyetçiliğin önemli rol oynadığı milletlerin, sırasıyla daha önceden varolan ve fazlasıyla parçalara ayrılmış kültürel miraslar ve etnik oluşumlardan türedikleri anlamına gelir. Pek de devrimci olmayan bu soyut oluşum, bugün dünyanın pek çok köşesindeki bir sürü kadın ve erkeği harekete geçiren şeydir.
İçinde ikamet ettiğimiz kürenin giderek daha küçük ve daha birleşik bir hal aldığı görünüyor. Ekonomiler ve toplumlar arasında daha sık bağlar oluşturuluyor ve eskiden bağımsız olan devletler ve milletler, karmaşık bir devletlerarası örgütler ve düzenlemeler ağı tarafından gerçek anlamda uluslararası bir topluluk içine dahil ediliyor. Tüm dünyada insanlık otomatik teknolojiler çarkına kapılmış ve kitle iletişim ormanıyla çevrelenmiş bir durumda. Kısacası, dünyamız tek bir mekan haline geldi. Zaman ve uzamın bu şekilde sıkıştırılması insanların birbiriyle ve toplumsal ağlarıyla ilişki kurma biçimlerini kökten değiştirdi. Ticari düvarlar yıkıldı, metalar ve emeğin kıtalar arasında serbestçe hareket edebildiği yeni uluslararası işbölümü sistemi oluştu. Aynı devrim eski geleneklerin ve dini değerlerin çöküşüne de yol açtı.
Çağımızın öteki yüzü, feminizmden çevre hareketine, sivil haklar hareketinden dinsel uyanışlara kadar uzanan her türden toplumsal hareket ve kimlik proestosu temsil ediyor. Özelde ise etnik milliyetçiliğin, dinsel fundamentalizmlerin ve uzun zamandır yerin altında gömülü oldukları düşünülen grup antagonizmalarının yeniden doğuşuna tanıklık ediyoruz. Hindistan’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, Afrika Boynuzunda ve Afrika’nın güneyinde kanlı çatışmalar ve hatta Kanada, Büyük Britanya, Belçika, İspanya, Fransa, İtalya ve Almanya gibi çok daha istikrarlı ve zengin toplumlarda bile etnik halk hareketleri, yabancı düşmanı ırkçılık ve milliyetçiliğin sarsıntıları yaşandı.