Araçsalcı yaklaşım, insanların her zaman çok çeşitli gruplar içinde
yaşamış ve çalışmış olduklarına inanır. Araçsalcılar için kimlik, yaygın,
kapsayıcı bir şey olmaktan ziyade durumsaldır. Ve kolektivitelerin değil
bireylerin sahip olduğu bir şey olarak incelenmiştir. Bu yaklaşımda, sıklıkla
‘ilkçilik’ (primordialism) başlığı altına dahil edilen çeşitli konumlar vardır.
En uç versiyon, konuşma, görme ya da koklama duyularımız gibi bir
etnik kimliğe sahip olduğumuzu savunur. ilkçiliğin bu biçimi, ‘doğaları itibariyle’
insanları, bir ailenin üyesi olmalarına benzer şekilde, değişmeyen etnik
toplulukların üyeleri olarak görür. Bu görüşü özel olarak, ilk kez erken on
dokuzuncu yüzyıl Alman Romantiklerince ortaya konan, ama zaten Fransa’da
Rousseau’nun takipçileri arasında da bulunabilen milliyetçiliğin ‘organik’
versiyonunda bulunur. Milliyetçiliğin organik versiyonuna göre, milletler doğal
sınırlara sahip oldukları gibi, doğada özgül bir kökene ve mekana, özel bir
karaktere, misyona ve yazgıya da sahiptirler. Bu görüşte, milletlerle etniler
arasında bir ayrım yapılmaz. Her ikisi de doğal düzenin eşit ölçülerdeki
parçalarıdır ve milliyetçilik, insanlığın doğasında bulunan bir özelliğidir.
İlkçiliğin ikinci versiyonu, sosyo-biyolojinin son zamanlardaki
canlanışıyla bağlantılıdır. Bu bakış açısına göre, etniler ve milletler
doğaldır, çünkü genetik verimle kapsayıcı uygunluklarından dolayı seçilen
akrabalık gruplarının uzantılarıdır. Her üretici başarı, ‘akraba kayırmacılığı’
ve karşılıklılıkla maksimize edilir ve kültürel benzerlik, genetik yeniden
üretim arayışlarında bireyleri kapsayıcı akrabalık grupları aracılığıyla
yönlendirmenin önemli bir aracı olarak kabul edilir.
İlkçiliğin üçüncü bir versiyonu, etniseteyi genel olarak, önceden
var olan, verilive güçlü, ama aslında bazen ezici ya da ‘sorgulanmaz’ bir
toplumsal bağ olarak kabul eder. Fakat bu duygusal güç, etnik bağın doğasından
kaynaklanmaz, verili bir etnik karşılaşmanın tarafları ya da belirli bir
etninin üyeleri tarafından hissedilir. Bu görüşe göre her insanın bu veya şu
etnik topluluğun üyesi olmalıdır; etnisite tarihi kavrayışımızın esasını teşkil
eder; etnik bağlar öteki bağlılıklara baskın gelir, yine de verili etniler
yaşama gücünü yitirebilir, dış güçleri tarafından yeniden canlandırılmak üzere
yavaş yavaş güçsüz düşüp yok olabilir.
İlkçiliğin çeşitli versiyonları birtakım itirazlara açıktır. Bunlardan
birincisi, insanların, bir toplumsal gruplar çeşitliliği içinde yaşadığını ve
bu toplumsal gruplardan bazılarının diğerlerinden daha önemli ve belirgin
olduğunu vurgulayan itirazdır. Dolayısıyla etnik bağın mutlak bir önceliği
yoktur. İkinci itiraza göre, diğer toplumsal bağlar gibi etnik bağlar da
ekonomik, toplumsal ve siyasal güçlere tabidir ve bu yüzden koşullara göre
dalgalanır ve değişir. Üçüncü itiraz, bireylerin ait olmayı tercih ettikleri
etnik topluluğu seçme ve kendilerinin ve ailelerinin yazgısını çizme
serbestliklerinin ilkçilerin izin verdiğinden çok daha fazla olduğuna ve bunun
özellikle yirminci yüzyıl sonu için doğru olduğuna dikkat çeker.
Smith’e göre bu itirazlarda bir yanlış anlama var. Doğru olarak ele
alınmalarına karşın ilkçiliğin ‘güçlü’ ya da doğalcı versiyonlarının bazı
eleştirileri, bir çok etninin kalıcı ve bağlayıcı niteliğini ve yüzyıllar süren
direngen devamlılığını gözden kaçırır ya da göz ardı eder. Bu eleştiriler
ayrıca, etnilerin ve milletlerin katılımcılarının ya da üyelerinin dahil
oldukları kolektiflikler bağlamındaki güçlü hislerini de gözden kaçırır ya da
üzerinden atlar. Daha önemlisi, bu eleştiriler bireysel düzeyi kolektif düzeyle
karıştırır. Bireyselin karşıtı olarak kolektif düzeyde etnisite, güçlü,
patlayıcı ve sıklıkla devamlı bir güç olarak kalır. İsimler, vatanlar,
bellekler ve semboller, fatihlere, sömürgüleşmeye ve ilk başta işaret ettikleri
ya da sınırlarını çizdikleri nüfusun göç etmesine karşın yine de yüzyıllarca
ayakta kalabilir.
Eskilciler ile modernistler arasında tartışmalar, etniler ve
etnisiden ziyade milletler üzerine bir tartışmadır. Bazı akademisyenlere göre
milletler de eskil ve ölümsüzdür. Kökleri ortaçağ ve hatta antikiteye dek
uzanır. Her ne kadar kendi kaderini tayin hakkı modern çağda doğmuşsa da
milletler ve milliyetçiliklerin olmadığı bir çağ asla olmamıştır. En erken antikiteden,
eski Sümer ve Mısır kayıtlarının başlangıcından itibaren bakıldığında milletler
bulunabilir.
Bu görüşlere karşı olan modernist bakış açısına göre: Milletler
ve milliyetçilik oldukça yeni bir fenomendir. Endüstriyalizm, kapitaliz,
bürokrası, kitle iletişimi ve sekülerleşmenin devrimci modern güçlerinin
ürünüdür. Bazı
düşünürlere göre, milletler ve milliyetçilik esasen, modernliğin Batı’da yavaş
yavaş sonuna yaklaşan belirli bir dönemine sıkı sıkıya bağlı bir on dokuzuncu
ve yirminci yüzyıl fenomenidir.
Bu yüzden söz konusu fenomenin ileri sanayi toplumlarında eski bir
olgu haline gelişi yirminci yüzyılın sonunda daha da belirginleşmiştir.
Modernist yaklaşımın bir versiyonuna göre: Milletler
ve milliyetçilik önce erken dönem modern Batı’da, sonra da Latin Amerika,
Afrika ve Asya’nın ilhak edilmiş denizaşırı topraklarında sömürgecilik yoluya
ortaya çıkmış teritoryal ve profesyonelleşmiş modern devletin yükselişi ve
doğasından üretilmiştir.
Milleti ön plana çıkaran ve mutlakiyetçi devletleri milli devletler
haline getiren şey, Fransız
ihtilalı sonrasında monarşik egemen devletlerin demokratikleşme ve halk
egemenliği fikrinin yayılması aracılığıyla yaşadığı dönüşümdür.
Hobsbawn, milliyetçilik gücünü ve anlamını yalnızca, milletin
modern devletle birleşmesinden alır. Modernist yaklaşımın ikinc versiyonunda; milletler
ve milliyetçilik Avrupa’da Reformasyon’dan itibaren devletle sivil toplum
arasında açılmış olan boşluk ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşmada
köprü görevi gören bir araçtır.
Milletler ve milliyetçilikler, modern endüstriyel toplumsal
örgütlenmenin gereksinimlerinden ve onun kitlesel okuryazarlık ile mobiliteye
yönelik baskılardan türetmiştir.
Sanayi toplumu, akışkan, büyüme yönelimli bir toplumdur; temel
meşruyiteni, maddi beklentileri gerçekleştirme becerisinden alır.
Büyük ölçekli ekonomik gelişmeyi yaratabilen büyüme yönelimli bir
modern toplum, «yüksek» milli kültürlere olan ihtiyacı karşılar ve söz konusu
yüksek milli kültürler sadece devlet tarafından yönetilen, standardize edilmiş,
kitlesel, halk eğitimi sistemleri aracılığıyla sürdürebilir.
Modernist bakış açısına karşı itirazlar:
- tarihsel itiraz:
İdeoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin yeni bir fenomen olduğu,
başlangıcının on sekizinci yüzyıl sonu olduğu doğrudur, fakat
etnik bağları aşan milli duyguların yükselişinin izlerini birkaç Batı Avrupa
devletinde daha önce değilse bile on beşinci ve on altıncı yüzyıllara dek
sürmek mümkündür.
Örneğin, on dördüncü ve on beşinci yüzyılda Fransa, İngiltere,
İskoçya, İspanya ve İsveç’in yanı sıra Polonya ve Rusya’da küçük dinsel ve
bürokratik sınıflar arasında, bir teritoryal-kültürel ve siyasal cemaat olarak millet
kavramına yönelik ateşli bağlılık ifadeleri vardır.
Bir diğer problem, modernist yaklaşımların araçsalcılığından kaynaklanır.
Milyonlarca kadın ve erkeke ana vatanları, yurtları için, Fransa için, İtalya
için, İsrail için, Vietnam için kendilerini, yaşamlarını feda etmişler. Etnisiteye
dair araçsalcı yaklaşım, insanların niçin kendi ilerleme araçları olarak sınıf
ya da bölgeyi değil de etnisite ya da milliyetçiliği tercih ettiğini
açıklayamaz.
Kaynak: Küreselleşme Çağında Milliyetçilik
No comments:
Post a Comment