Wednesday, 4 September 2013

ARAÇSALCI YAKLAŞIMLAR VE İLKSEL BAĞLAR - Anthony D. Smith




Araçsalcı yaklaşım, insanların her zaman çok çeşitli gruplar içinde yaşamış ve çalışmış olduklarına inanır. Araçsalcılar için kimlik, yaygın, kapsayıcı bir şey olmaktan ziyade durumsaldır. Ve kolektivitelerin değil bireylerin sahip olduğu bir şey olarak incelenmiştir. Bu yaklaşımda, sıklıkla ‘ilkçilik’ (primordialism) başlığı altına dahil edilen çeşitli konumlar vardır.
En uç versiyon, konuşma, görme ya da koklama duyularımız gibi bir etnik kimliğe sahip olduğumuzu savunur. ilkçiliğin bu biçimi, ‘doğaları itibariyle’ insanları, bir ailenin üyesi olmalarına benzer şekilde, değişmeyen etnik toplulukların üyeleri olarak görür. Bu görüşü özel olarak, ilk kez erken on dokuzuncu yüzyıl Alman Romantiklerince ortaya konan, ama zaten Fransa’da Rousseau’nun takipçileri arasında da bulunabilen milliyetçiliğin ‘organik’ versiyonunda bulunur. Milliyetçiliğin organik versiyonuna göre, milletler doğal sınırlara sahip oldukları gibi, doğada özgül bir kökene ve mekana, özel bir karaktere, misyona ve yazgıya da sahiptirler. Bu görüşte, milletlerle etniler arasında bir ayrım yapılmaz. Her ikisi de doğal düzenin eşit ölçülerdeki parçalarıdır ve milliyetçilik, insanlığın doğasında bulunan bir özelliğidir.
İlkçiliğin ikinci versiyonu, sosyo-biyolojinin son zamanlardaki canlanışıyla bağlantılıdır. Bu bakış açısına göre, etniler ve milletler doğaldır, çünkü genetik verimle kapsayıcı uygunluklarından dolayı seçilen akrabalık gruplarının uzantılarıdır. Her üretici başarı, ‘akraba kayırmacılığı’ ve karşılıklılıkla maksimize edilir ve kültürel benzerlik, genetik yeniden üretim arayışlarında bireyleri kapsayıcı akrabalık grupları aracılığıyla yönlendirmenin önemli bir aracı olarak kabul edilir. 
İlkçiliğin üçüncü bir versiyonu, etniseteyi genel olarak, önceden var olan, verilive güçlü, ama aslında bazen ezici ya da ‘sorgulanmaz’ bir toplumsal bağ olarak kabul eder. Fakat bu duygusal güç, etnik bağın doğasından kaynaklanmaz, verili bir etnik karşılaşmanın tarafları ya da belirli bir etninin üyeleri tarafından hissedilir. Bu görüşe göre her insanın bu veya şu etnik topluluğun üyesi olmalıdır; etnisite tarihi kavrayışımızın esasını teşkil eder; etnik bağlar öteki bağlılıklara baskın gelir, yine de verili etniler yaşama gücünü yitirebilir, dış güçleri tarafından yeniden canlandırılmak üzere yavaş yavaş güçsüz düşüp yok olabilir.
İlkçiliğin çeşitli versiyonları birtakım itirazlara açıktır. Bunlardan birincisi, insanların, bir toplumsal gruplar çeşitliliği içinde yaşadığını ve bu toplumsal gruplardan bazılarının diğerlerinden daha önemli ve belirgin olduğunu vurgulayan itirazdır. Dolayısıyla etnik bağın mutlak bir önceliği yoktur. İkinci itiraza göre, diğer toplumsal bağlar gibi etnik bağlar da ekonomik, toplumsal ve siyasal güçlere tabidir ve bu yüzden koşullara göre dalgalanır ve değişir. Üçüncü itiraz, bireylerin ait olmayı tercih ettikleri etnik topluluğu seçme ve kendilerinin ve ailelerinin yazgısını çizme serbestliklerinin ilkçilerin izin verdiğinden çok daha fazla olduğuna ve bunun özellikle yirminci yüzyıl sonu için doğru olduğuna dikkat çeker.
Smith’e göre bu itirazlarda bir yanlış anlama var. Doğru olarak ele alınmalarına karşın ilkçiliğin ‘güçlü’ ya da doğalcı versiyonlarının bazı eleştirileri, bir çok etninin kalıcı ve bağlayıcı niteliğini ve yüzyıllar süren direngen devamlılığını gözden kaçırır ya da göz ardı eder. Bu eleştiriler ayrıca, etnilerin ve milletlerin katılımcılarının ya da üyelerinin dahil oldukları kolektiflikler bağlamındaki güçlü hislerini de gözden kaçırır ya da üzerinden atlar. Daha önemlisi, bu eleştiriler bireysel düzeyi kolektif düzeyle karıştırır. Bireyselin karşıtı olarak kolektif düzeyde etnisite, güçlü, patlayıcı ve sıklıkla devamlı bir güç olarak kalır. İsimler, vatanlar, bellekler ve semboller, fatihlere, sömürgüleşmeye ve ilk başta işaret ettikleri ya da sınırlarını çizdikleri nüfusun göç etmesine karşın yine de yüzyıllarca ayakta kalabilir.

MODERNİZMİN SINIRLARI
Eskilciler ile modernistler arasında tartışmalar, etniler ve etnisiden ziyade milletler üzerine bir tartışmadır. Bazı akademisyenlere göre milletler de eskil ve ölümsüzdür. Kökleri ortaçağ ve hatta antikiteye dek uzanır. Her ne kadar kendi kaderini tayin hakkı modern çağda doğmuşsa da milletler ve milliyetçiliklerin olmadığı bir çağ asla olmamıştır. En erken antikiteden, eski Sümer ve Mısır kayıtlarının başlangıcından itibaren bakıldığında milletler bulunabilir.
Bu görüşlere karşı olan modernist bakış açısına göre: Milletler ve milliyetçilik oldukça yeni bir fenomendir. Endüstriyalizm, kapitaliz, bürokrası, kitle iletişimi ve sekülerleşmenin devrimci modern güçlerinin ürünüdür. Bazı düşünürlere göre, milletler ve milliyetçilik esasen, modernliğin Batı’da yavaş yavaş sonuna yaklaşan belirli bir dönemine sıkı sıkıya bağlı bir on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl fenomenidir.
Bu yüzden söz konusu fenomenin ileri sanayi toplumlarında eski bir olgu haline gelişi yirminci yüzyılın sonunda daha da belirginleşmiştir.
Modernist yaklaşımın bir versiyonuna göre: Milletler ve milliyetçilik önce erken dönem modern Batı’da, sonra da Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın ilhak edilmiş denizaşırı topraklarında sömürgecilik yoluya ortaya çıkmış teritoryal ve profesyonelleşmiş modern devletin yükselişi ve doğasından üretilmiştir.
Milleti ön plana çıkaran ve mutlakiyetçi devletleri milli devletler haline getiren şey, Fransız ihtilalı sonrasında monarşik egemen devletlerin demokratikleşme ve halk egemenliği fikrinin yayılması aracılığıyla yaşadığı dönüşümdür.
Hobsbawn, milliyetçilik gücünü ve anlamını yalnızca, milletin modern devletle birleşmesinden alır. Modernist yaklaşımın ikinc versiyonunda; milletler ve milliyetçilik Avrupa’da Reformasyon’dan itibaren devletle sivil toplum arasında açılmış olan boşluk ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşmada köprü görevi gören bir araçtır.
Milletler ve milliyetçilikler, modern endüstriyel toplumsal örgütlenmenin gereksinimlerinden ve onun kitlesel okuryazarlık ile mobiliteye yönelik baskılardan türetmiştir.
Sanayi toplumu, akışkan, büyüme yönelimli bir toplumdur; temel meşruyiteni, maddi beklentileri gerçekleştirme becerisinden alır.
Büyük ölçekli ekonomik gelişmeyi yaratabilen büyüme yönelimli bir modern toplum, «yüksek» milli kültürlere olan ihtiyacı karşılar ve söz konusu yüksek milli kültürler sadece devlet tarafından yönetilen, standardize edilmiş, kitlesel, halk eğitimi sistemleri aracılığıyla sürdürebilir.
Modernist bakış açısına karşı itirazlar:
- tarihsel itiraz:
İdeoloji ve hareket olarak milliyetçiliğin yeni bir fenomen olduğu, başlangıcının on sekizinci yüzyıl sonu olduğu doğrudur, fakat etnik bağları aşan milli duyguların yükselişinin izlerini birkaç Batı Avrupa devletinde daha önce değilse bile on beşinci ve on altıncı yüzyıllara dek sürmek mümkündür. 
Örneğin, on dördüncü ve on beşinci yüzyılda Fransa, İngiltere, İskoçya, İspanya ve İsveç’in yanı sıra Polonya ve Rusya’da küçük dinsel ve bürokratik sınıflar arasında, bir teritoryal-kültürel ve siyasal cemaat olarak millet kavramına yönelik ateşli bağlılık ifadeleri vardır.
Bir diğer problem, modernist yaklaşımların araçsalcılığından kaynaklanır. Milyonlarca kadın ve erkeke ana vatanları, yurtları için, Fransa için, İtalya için, İsrail için, Vietnam için kendilerini, yaşamlarını feda etmişler. Etnisiteye dair araçsalcı yaklaşım, insanların niçin kendi ilerleme araçları olarak sınıf ya da bölgeyi değil de etnisite ya da milliyetçiliği tercih ettiğini açıklayamaz. 

Kaynak: Küreselleşme Çağında Milliyetçilik

No comments:

Post a Comment