2.
FEMİNİST KURAM
Feminist
kuramı, toplumsal yaşam ve insan deneyimi hakkında, kadın merkezli fikirler
sistemidir. Toplum içindeki kadınların
durumu ve tolumsal dünyayı kadınların görüş
açısından betimlemek bu kuramın başlangıç noktasıdır (Ritzer, 2012: 314).
2.1.
Çağdaş Feminist Kuramın Soruları
1.
Kadınlardan ne haber?
Feministler
bu soruyu ortaya koyduklarında kadınların dışarıda bırakmaya yönelik kasıtlı
çabalardan dolayı, toplumsal alanda bulunmamaları üzerine dikkat
çelmektedirler. Üstelik feministlere göre kadınlar toplumsal alanda
bulundukları halde bile bulunuşları görülmemektedir. Buna ek olarak erkeklerin
rollerinden farklı, daha az saygın olmuş, daha altta yer almışlar (Ritzer,
2012: 315).
2.
Tüm bunlar niçin böyledir?
Feministler
bu soruyu cevaplamak için 1970’lerde toplumsal cinsiyet kavramını
geliştirdiler. Bu kavramın anlamına göre toplumsal cinsiyet bir toplumsal inşa
olarak doğadan
kaynaklanan bir şey değil, insanlar tarafından grup yaşantısı süreçlerinin
parçası olarak, yaratılan
bir şey olrak anlaşılmalıdır (Ritzer, 2012: 315).
3.
Toplumsal dünyayı tüm insanlar için daha adil bir mekan yapacak şekilde nasıl
değiştirilebilir ve iyileştirebiliriz?
4.
Kadınlar arasındaki farklılıklar hakkında ne söylenebilir?
Kadınların
yaşamlarını genel olarak karakterize eden erkekler karşısındaki görünmezlik,
eşitsizlik ve rol farklılıkları, bir kadının toplumsal konumu – yani onun
sınıfı, ırkı, yaşı, dini, etnisitesi, medeni durumu ve küresel konumu
tarafından etkilenir (Ritzer, 2012: 316).
2.2.
Feminist Kuramın Amacı
Feminist kuram, sadece kadın hakkında değildir, onun
başlıca projesi, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin orta-ölçekli bir kuramının
oluşturulmasıdır. Feminist kuramın sosyoloji kuramı
için önemlidir. Nedenki feminizm dünyayı anlamamız açısından devrimci bir
değişime yol açar. Yani dünyayla ilgili evrensel ve mutlak bilgi olarak kabul
ettiğimiz şey aslında toplumun güçlü bir kesiminden, efendiler olan insanlardan
türetilmiş bilgidir. Eğer dünyayı, şimdiye kadar görünmeyen, kabul edilmeyen
«alttakiler»in (kadınların) bakış açısından yeniden keşfedersek bu bilgi
göreceleşir (Ritzer, 2012: 316).
3.
ÇAĞDAŞ FEMİNİST KURAMININ ÇEŞİTLERİ
Feminist kuramcıları “kadınlardan
ne haber” sorusunu dört boyutta cevap aramışlardır. Birincisi toplumsal
cinsiyet farklılığı açısındandır. Yani kadınların çoğu durumdaki konumları ve
deneyimleri, aynı durumdaki erkeklerden farklıdır. Kültürel feminizm,
varoluşsal ve fenomenolojik feminizm, sosyoloji kuramları arasından kurumsal ve
etkileşimsel teoriler bu çerçevede durumu analiz eden kuramlardandırlar.
İkincisi
toplumsal cinsiyet aşitsizliği açısındandır. Yani kadınların, çoğu durumdaki konumları,
erkeklerden sadece farklı değildir, aynı zamanda onlardan daha az
ayrıcalıklıdır veya onlarla eşit değildir. Liberal feminizm bu boyuttan sorunu
ele almıştır. Üçüncüsü toplumsal
cinsiyet baskısıdır. Kadınlar, erkeklerden sadece farklı değildir veya onlarla
eşit değildir, aynı zamanda erkekler tarafından fiilen kısıtlanırlar, alt
konuma itilirler, biçimlendirilirler, kullanılırlar ve suistimal edilirler. Psikanalitik
feminizm ve radikal feminizm bu alanda yerleşmişlerdir. Dördüncü boyut yapısal
baskıdır. Kadınların farklılık,
eşitsizlik ve baskı deneyimleri, kapitalizm, ataerkillik ve ırkçılık içinde
onların toplumsal konumları açısından çeşitlilik gösterir. Sosyalist feminizm
ve kesitlerarasılık kuramı bu bakış açısından yararlanarak kadınların durumunu
açıklamaya çalışmışlardır (Ritzer, 2012: 326).
3.1. Toplumsal
Cinsiyet Farklılığı
Tüm
toplumsal cinsiyet kuramları, kadınlar ve erkekler arasındaki köklü
farklılıkların değişmez olduğu tezi gibi «özselci argüman» olarak adlandırılan
şeyle yüzleşmek zorundadır. Bu değişmezliğin
üç etmeni vardır: biyoloji, kadınların ve erkeklerin, farklı rolleri
doldurmalarına duyulan toplumsal kurumsal ihtiyaçlar, İnsanların, kendi
kendini tanımlama ediminin bir parçası olark «öteki»ni üretmeye duydukları
ihtiyaç (Ritzer, 2012: 328).
3.1.1.
Kültürel Feminizm
Kültürel
feminizm görüşüne sahip olan feministler siyasal değişime odaklanmaktansa
kültürel alandaki dönüşümleri arar ve kültürel alandaki ataerkil düzene karşı anaerkil
bir yapının gerekliliğine vurgu yaparlar. Eleştirel düşünme ve kendini
geliştirmenin önemini kabul ederler ve hayatın akıldışı, sezgisel ve genellikle
kolektif yönü üzerinde dururlar (Donovan, 2007: 69).
Anaerkilliğe
yaptıkları vurgu barışseverlik, işbirliği, farklılıkların şiddetsiz bir
aradalığı ve kamusal hayatın uyumlu bir şekilde düzenlenmesini sağlayacak
kadınsal nitelikler bağlamında gerçekleşmektedir. Bir başka ifade ile
kadınlarla erkekler arasındaki benzerlikleri vurgulamaktan ziyade kadınlık
niteliklerinin kamusal yenilenme kaynağı olarak kabul edilen farklılıkları
üzerinde durmaktadırlar.
Kadın
haklarına, toplumsal reformları etkilemek amacıyla bakmakta ve din, evlilik
gibi kurumlara alternatif aramaktadırlar. Feminist toplumsal reform teorisi,
kadınların kamusal alana girmeleri, oy kullanmaları gerekliliğinin ataerkil
dünyanın arınması bağlamında ele almaktadır. Kadının farklı bakış açısına bu
arınma için ihtiyaç duyulmaktadır (Donovan, 2007: 71).
Margaret
Fuller’ in “19. Yüzyılda Kadın (1845) ” adlı eseri ile kültürel feminist
geleneği başlamıştır. Fuller kadının
farklılığı ile ilgili ilk kuramı ortaya atmış ve kadının özel niteliklerinin
ifadesiyle toplum hayatının değişeceğini ortaya koymuştur. Erkeğe en özgür
şekilde açık olan her yolun kadına açılması gerekliliği, kadının “elektrikli
doğaları” olarak adlandırdığı sezgisel ve düşünsel yeteneğin serbest kalmasıyla
toplumda radikal bir değişimi sağlayacağıdır. Fuller’in ifadesiyle,
“Eril ve dişil niteliklerin ruhsal sentezi, organik ve harmonik bütün olan
yin-yang uyumu gibi birbirini bütünleyen karşıtlıkların diyalektiğini
yaratarak, dış dünyaya yansır”. özetle,
kadının özgürleşmesi ve dünyadaki iyileşme arasında bağlantı kurmuştur
(Donovan, 2007: 75).
Kadınlara
uygulanan baskının köklerinin erkeğe ekonomik ve ahlaki bağımlılıkta olduğunu
belirten Elizabeth C. Stanton, kültürel feminizmin radikal görünümü bağlamında
önemli bir kuramcıdır. Stanton, ataerkilliğin Hristiyanlık tarafından
korunduğunu ve meşrulaştırıldığını ifade etmiştir. İncil, kadınların bağımlı
kılınması sağlaması bakımından antifeministlerin başvurduğu temel
kaynaklardandır. Stanton’ a göre ataerkil düşünce, İncil’den de beslenerek
“kadının erkekten sonra erkekten aşağılık ve erkeğe bağımlı olarak yaratıldığı”
üzerine temellendirilmiştir. Kadınların mutlak hakim olduğu döneme atıfta
bulunarak ataerkilliğin bu dönemi izlediğini ve daha sonra yönetimde her iki
cinsiyetin de eşit söz sahibi olarak iki egemenlilik (Amfiarki) dönemin
geleceğini ifade etmiştir. Stanton, kadınların yeniden yönetime gelmeleri
sayesinde cahilliğin, yoksulluğun,suçun varolmadığı bir medeniyete sahip
olunacağını ifade etmiştir (Donovan, 2007: 80).
Kültürel
feminizm bağlamında diğer bir kuramcı da Matilda J. Gage’dir. Çeşitli
çalışmalarda Stanton ile beraber olan Gage’in teorisi kendinden önceki kilise
ve öğretilerini yıkma düşüncesini devam ettirme niteliğindedir. “Woman, Church
and State(1893)” adlı eserinde kadınlara uygulanan baskının Hristiyan
öğretisinden, özellikle de kadının aşağı olduğunu belirten ‘yaradılış’
düşüncesinden türediğini belirtmiştir. İncil ve Hristiyan öğretisine ataerkil
ürünler olarak bakmış ve bu bağlamda gaddarlık olarak tarih boyunca kadınlara
yönelik gerçekleşen davranışları (fahişelik, cadılara yapılan zulümler, çokeşlilik
ve çalışan kadınların koşulları) listeleyerek Hristiyan öğretisine bağlamış ve
analizini kilisenin kapısına bırakmıştır.
Kültürel
feminizm geleneğini devam ettiren diğer bir isim ise Charlotte P. Gilman’dır.
Çalışması Sosyal Darwinizm düşüncenin ataerkil yönüne eleştirileri olarak
temellenmiştir. Bu anlayış ilerlemenin devamının rekabet ve savaş ile
sağlanacağını iddia etmesi bağlamında azgın ekonomik rekabete yol açmakta ve
savaşı meşrulaştırmaktadır. İnsanların toplumsal ve ekonomik ortamları tarafından
belirlendiğini ifade eden Gilman’a göre, kadının toplumsal ve ekonomik ortamı
erkeğe bağımlı olduğu için yapaydır ve bu durum kadının gelişmesini yavaşlatır. Çünkü bu bağımlılık
erkekleri memnun etmek için kullanılmakta yani yanlış yönlendirilmektedir. Bu
durumu düzeltmek için değişiklikler öneren Gilman “The Home (1903)” adlı
eserinde aileyi ekonomik bir birim olarak görme düşüncesinin kırılması
gerektiğini ifade etmiştir. Kadın
evlilik içinde bir tarz fahişelik durumundadır. Çünkü erkek eve ekmek getirir,
kadında bunu cinsel ilişki aracılığıyla alır görüşünü ortaya koymuştur
(Donovan, 2007: 85).
Bu
noktada özel alana dair eleştirilerini ele almamız gerekmektedir:
-
Kamusal
toplum demokratik biçimde örgütlenirken aile içinde erkek egemenliği bir “despotizm”
yaratmaktadır. Erkek ailenin reisi,ev ona aittir ve geri kalan dünya diğer
erkeklerle rekabet edeceği savaş alanıdır.
-
Ataerkillik
içerisinde özel mülkiyete dayanan aile, erkeğe aittir ve bu alan içerisindeki
kadın, erkeğin malıdır.
-
Aile
içerisinde her kanun ve gelenek, eril bakış açısından düzenlenir ve bu bağlamda
‘kadın erkeğe hizmet etmelidir’ fikri ortaya çıkar. Sahiplenen erkek kadını
kurallarla kuşatır.
-
Erkeğin
toplumsal ilişkileri, hizmetleri ve gerçek bir hayatı varken, kadın ev içine
hapsedilerek insanca gelişmesi engellenmiştir (Donovan, 2007: 87).
Kültürel
feminizm içinde anarşist eğilime sahip olan Emma Goldman da önemli bir yere
sahiptir. Goldman gerçek özgürleşmenin kadının ruhunda başladığı görüşüyle, oy
kullanma hakkı ve kadın özgürlüğü arasındaki bağı reddetmektedir. İçsel bir dürtü olan ve
kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiyi belirleyen “aşk”a önem veren Goldman,
kadınlar için cinsel özgürlüğün olması gerekliliğini savunan ilk feministlerden
biri olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda ikinci dalga feminizmine yön veren
ve 20. yüzyıl feministlerinin konusu olan ‘doğum kontrolü’nün, sıkı bir
savunucusu olmuştur (Donovan, 2007: 100).
Bu
görüş en iyi ifadesini Goldman’la birlikte dönemin ünlü feministi Margaret
Sanger’de bulur. Sanger’e göre doğum kontrolü kadınların kendi bedenleri
üzerindeki hakimiyeti sağlamalarına olanak tanıyarak kadının özgürleşmesinin
temel koşuludur. Kadınların kendi bedenleri üzerindeki hakimiyetleri ve özgür
cinsellik olanağı karşısında Goldman, kadının kendisini tamamen bir cinsel
nesne olarak görmesinden endişe etmektedir. Ona göre sistem kadınlara
uyguladığı baskı ile onları nesnelere dönüştürmektedir (Donovan, 2007: 110).
3.1.2.
Varoluşsal ve Fenomenolojik Feminizm
“Kadın doğulmaz, kadın olunur.” (Simon de Beauvoir)
Feminist
düşünürlere göre, erkeklerin yarattığı dünyada kadınlar Öteki olarak
marjinalleştirilirler.Bu temanın klasik formülleştirilmesi , Simone de
Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet (1949/1957) kitabi ile yapılmıştır. Bu düşünüre gore insanların içinde
yaşadıkları dünya, erkeklerin yarattığı ve erkeği özne olarak yani, dünyayı
gören ve tanımlayan bilinç olarak varsayan bir kültür içinden geliştirilmiştir.
En
iyimser görüşle bu kültür, kadınların deneyimini ve kendilerini bilme
biçimlerini kavramsal çerçevenin kenarına iter. En kötümser
görüşle kadının «öteki» olarak inşasını
oluşturur nesneleşmiş bir varlıktır.
Buradaki
son derece önemli sorular, kadınların kendilerini nesne/öteki durumundan
özgürleştirmeyi başarabilmeleri veya başaramamalarıyla ve bu özgürleştirmede
erkeklere benzer hale gelmek zorunda mı oldukları, yoksa, farklı bir öznellik
mi elde edebildikleriyle ilgilidir (Ritzer, 2012: 329).
3.1.3.
Sosyolojik Kuramları: Kurumsal, Etkileşimsel
Toplumsal
cinsiyet farklılıkları çeşitli kurumsal ortamlar içinde, kadınların ve
erkeklerin oynadıkları farklı rollerden kaynaklanır. Berger ve Berger
(1983), J.Bernard (1981), Chodorow (1978), Risman Ferree (1995), M.Johnson
(1989) örnek olarak bu çerçevede düşünmektedirler. Bu kuramın merkezi
motifi, aile içinde cinsiyete dayalı işbölümüdür. Bu ortamlar içinde
tekrarlanan deneyim, diğer kurumlar içine taşınıyor olarak ve politik
davranışta, meslek seçiminde, şirket yönetimi sitillerinde ve ilerleme
olanaklarında kadın ve erkekler arasındaki farklılıkları üretiyor olarak
resmedilir (Ritzer, 2012: 330).
Etnometodoloji,
toplumsal cinsiyeti bir «başarım» olarak çözümler. Bu teoriye göre kurumsal
düzen, kültür ve tabakalaşma sitemlerinin, etkileşim içindeki bireylerin
süregiden etkinlikleri yoluyla devam ettirdiğini ileri sürer. Dolayısıyla
insanlar, toplumsal cinsiyeti yaratırlar. West ve Zimmerman (1987), cinsiyet,
cinsiyet kategorisi ve toplumsal cinsiyet arasında ayrım yapar.
Cinsiyet:
bir bebek bazı biyolojik cinsiyet biçimlenimleriyle doğar.
Cinsiyet
kategorisi: yetişkinin onun cinsiyetini yorumlaması temelinde bebeğe bir cinsiyet kategorisi belirlenir.
Toplumsal
cinsiyet: bu belirlemeden sonra çocuğun etrafındaki herkes ve zaman içinde
çocuğun kendisi, toplumsal cinsiyet yaratmaya, cinsiyet kategorisinin
belirtilerine uygun olduğu kabul edilen biçimler içinde davranmaya başlar.
Toplumsal cinsiyet, dünyaya anlam vermenin ve dünyanın işleyişini sürdürmesinin
bir biçimi olarak birbirleriyle etkileşim içindeki insanlar tarafından sürekli
olarak üretilir (Ritzer, 2012: 332).
No comments:
Post a Comment