Saturday, 31 August 2013

2. FEMİNİST KURAM






2. FEMİNİST KURAM
Feminist kuramı, toplumsal yaşam ve insan deneyimi hakkında, kadın merkezli fikirler sistemidir. Toplum içindeki kadınların durumu ve tolumsal dünyayı kadınların görüş açısından betimlemek bu kuramın başlangıç noktasıdır (Ritzer, 2012: 314). 

2.1. Çağdaş Feminist Kuramın Soruları
1. Kadınlardan ne haber?
Feministler bu soruyu ortaya koyduklarında kadınların dışarıda bırakmaya yönelik kasıtlı çabalardan dolayı, toplumsal alanda bulunmamaları üzerine dikkat çelmektedirler. Üstelik feministlere göre kadınlar toplumsal alanda bulundukları halde bile bulunuşları görülmemektedir. Buna ek olarak erkeklerin rollerinden farklı, daha az saygın olmuş, daha altta yer almışlar (Ritzer, 2012: 315).
2. Tüm bunlar niçin böyledir? 
Feministler bu soruyu cevaplamak için 1970’lerde toplumsal cinsiyet kavramını geliştirdiler. Bu kavramın anlamına göre toplumsal cinsiyet bir toplumsal inşa olarak doğadan kaynaklanan bir şey değil, insanlar tarafından grup yaşantısı süreçlerinin parçası olarak, yaratılan bir şey olrak anlaşılmalıdır (Ritzer, 2012: 315).
3. Toplumsal dünyayı tüm insanlar için daha adil bir mekan yapacak şekilde nasıl değiştirilebilir ve iyileştirebiliriz?
4. Kadınlar arasındaki farklılıklar hakkında ne söylenebilir?
Kadınların yaşamlarını genel olarak karakterize eden erkekler karşısındaki görünmezlik, eşitsizlik ve rol farklılıkları, bir kadının toplumsal konumu – yani onun sınıfı, ırkı, yaşı, dini, etnisitesi, medeni durumu ve küresel konumu tarafından etkilenir (Ritzer, 2012: 316).
 

2.2. Feminist Kuramın Amacı
Feminist kuram, sadece kadın hakkında değildir, onun başlıca projesi, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin orta-ölçekli bir kuramının oluşturulmasıdır. Feminist kuramın sosyoloji kuramı için önemlidir. Nedenki feminizm dünyayı anlamamız açısından devrimci bir değişime yol açar. Yani dünyayla ilgili evrensel ve mutlak bilgi olarak kabul ettiğimiz şey aslında toplumun güçlü bir kesiminden, efendiler olan insanlardan türetilmiş bilgidir. Eğer dünyayı, şimdiye kadar görünmeyen, kabul edilmeyen «alttakiler»in (kadınların) bakış açısından yeniden keşfedersek bu bilgi göreceleşir (Ritzer, 2012: 316).

3. ÇAĞDAŞ FEMİNİST KURAMININ ÇEŞİTLERİ
Feminist kuramcıları “kadınlardan ne haber” sorusunu dört boyutta cevap aramışlardır. Birincisi toplumsal cinsiyet farklılığı açısındandır. Yani kadınların çoğu durumdaki konumları ve deneyimleri, aynı durumdaki erkeklerden farklıdır. Kültürel feminizm, varoluşsal ve fenomenolojik feminizm, sosyoloji kuramları arasından kurumsal ve etkileşimsel teoriler bu çerçevede durumu analiz eden kuramlardandırlar.
İkincisi toplumsal cinsiyet aşitsizliği açısındandır. Yani kadınların, çoğu durumdaki konumları, erkeklerden sadece farklı değildir, aynı zamanda onlardan daha az ayrıcalıklıdır veya onlarla eşit değildir. Liberal feminizm bu boyuttan sorunu ele almıştır.  Üçüncüsü toplumsal cinsiyet baskısıdır. Kadınlar, erkeklerden sadece farklı değildir veya onlarla eşit değildir, aynı zamanda erkekler tarafından fiilen kısıtlanırlar, alt konuma itilirler, biçimlendirilirler, kullanılırlar ve suistimal edilirler. Psikanalitik feminizm ve radikal feminizm bu alanda yerleşmişlerdir. Dördüncü boyut yapısal baskıdır. Kadınların farklılık, eşitsizlik ve baskı deneyimleri, kapitalizm, ataerkillik ve ırkçılık içinde onların toplumsal konumları açısından çeşitlilik gösterir. Sosyalist feminizm ve kesitlerarasılık kuramı bu bakış açısından yararlanarak kadınların durumunu açıklamaya çalışmışlardır (Ritzer, 2012: 326).

3.1. Toplumsal Cinsiyet Farklılığı
Tüm toplumsal cinsiyet kuramları, kadınlar ve erkekler arasındaki köklü farklılıkların değişmez olduğu tezi gibi «özselci argüman» olarak adlandırılan şeyle yüzleşmek zorundadır. Bu değişmezliğin üç etmeni vardır: biyoloji, kadınların ve erkeklerin, farklı rolleri doldurmalarına duyulan toplumsal kurumsal ihtiyaçlar, İnsanların, kendi kendini tanımlama ediminin bir parçası olark «öteki»ni üretmeye duydukları ihtiyaç (Ritzer, 2012: 328).
 
3.1.1. Kültürel Feminizm



Kültürel feminizm görüşüne sahip olan feministler siyasal değişime odaklanmaktansa kültürel alandaki dönüşümleri arar ve kültürel alandaki ataerkil düzene karşı anaerkil bir yapının gerekliliğine vurgu yaparlar. Eleştirel düşünme ve kendini geliştirmenin önemini kabul ederler ve hayatın akıldışı, sezgisel ve genellikle kolektif yönü üzerinde dururlar (Donovan, 2007: 69).
Anaerkilliğe yaptıkları vurgu barışseverlik, işbirliği, farklılıkların şiddetsiz bir aradalığı ve kamusal hayatın uyumlu bir şekilde düzenlenmesini sağlayacak kadınsal nitelikler bağlamında gerçekleşmektedir. Bir başka ifade ile kadınlarla erkekler arasındaki benzerlikleri vurgulamaktan ziyade kadınlık niteliklerinin kamusal yenilenme kaynağı olarak kabul edilen farklılıkları üzerinde durmaktadırlar. 
Kadın haklarına, toplumsal reformları etkilemek amacıyla bakmakta ve din, evlilik gibi kurumlara alternatif aramaktadırlar. Feminist toplumsal reform teorisi, kadınların kamusal alana girmeleri, oy kullanmaları gerekliliğinin ataerkil dünyanın arınması bağlamında ele almaktadır. Kadının farklı bakış açısına bu arınma için ihtiyaç duyulmaktadır (Donovan, 2007: 71).
Margaret Fuller’ in “19. Yüzyılda Kadın (1845) ” adlı eseri ile kültürel feminist geleneği başlamıştır.  Fuller kadının farklılığı ile ilgili ilk kuramı ortaya atmış ve kadının özel niteliklerinin ifadesiyle toplum hayatının değişeceğini ortaya koymuştur. Erkeğe en özgür şekilde açık olan her yolun kadına açılması gerekliliği, kadının “elektrikli doğaları” olarak adlandırdığı sezgisel ve düşünsel yeteneğin serbest kalmasıyla toplumda radikal bir değişimi sağlayacağıdır. Fuller’in ifadesiyle, “Eril ve dişil niteliklerin ruhsal sentezi, organik ve harmonik bütün olan yin-yang uyumu gibi birbirini bütünleyen karşıtlıkların diyalektiğini yaratarak, dış dünyaya yansır”.  özetle, kadının özgürleşmesi ve dünyadaki iyileşme arasında bağlantı kurmuştur (Donovan, 2007: 75).
Kadınlara uygulanan baskının köklerinin erkeğe ekonomik ve ahlaki bağımlılıkta olduğunu belirten Elizabeth C. Stanton, kültürel feminizmin radikal görünümü bağlamında önemli bir kuramcıdır. Stanton, ataerkilliğin Hristiyanlık tarafından korunduğunu ve meşrulaştırıldığını ifade etmiştir. İncil, kadınların bağımlı kılınması sağlaması bakımından antifeministlerin başvurduğu temel kaynaklardandır. Stanton’ a göre ataerkil düşünce, İncil’den de beslenerek “kadının erkekten sonra erkekten aşağılık ve erkeğe bağımlı olarak yaratıldığı” üzerine temellendirilmiştir. Kadınların mutlak hakim olduğu döneme atıfta bulunarak ataerkilliğin bu dönemi izlediğini ve daha sonra yönetimde her iki cinsiyetin de eşit söz sahibi olarak iki egemenlilik (Amfiarki) dönemin geleceğini ifade etmiştir. Stanton, kadınların yeniden yönetime gelmeleri sayesinde cahilliğin, yoksulluğun,suçun varolmadığı bir medeniyete sahip olunacağını ifade etmiştir (Donovan, 2007: 80).
Kültürel feminizm bağlamında diğer bir kuramcı da Matilda J. Gage’dir. Çeşitli çalışmalarda Stanton ile beraber olan Gage’in teorisi kendinden önceki kilise ve öğretilerini yıkma düşüncesini devam ettirme niteliğindedir. “Woman, Church and State(1893)” adlı eserinde kadınlara uygulanan baskının Hristiyan öğretisinden, özellikle de kadının aşağı olduğunu belirten ‘yaradılış’ düşüncesinden türediğini belirtmiştir. İncil ve Hristiyan öğretisine ataerkil ürünler olarak bakmış ve bu bağlamda gaddarlık olarak tarih boyunca kadınlara yönelik gerçekleşen davranışları (fahişelik, cadılara yapılan zulümler, çokeşlilik ve çalışan kadınların koşulları) listeleyerek Hristiyan öğretisine bağlamış ve analizini kilisenin kapısına bırakmıştır.
Kültürel feminizm geleneğini devam ettiren diğer bir isim ise Charlotte P. Gilman’dır. Çalışması Sosyal Darwinizm düşüncenin ataerkil yönüne eleştirileri olarak temellenmiştir. Bu anlayış ilerlemenin devamının rekabet ve savaş ile sağlanacağını iddia etmesi bağlamında azgın ekonomik rekabete yol açmakta ve savaşı meşrulaştırmaktadır. İnsanların toplumsal ve ekonomik ortamları tarafından belirlendiğini ifade eden Gilman’a göre, kadının toplumsal ve ekonomik ortamı erkeğe bağımlı olduğu için yapaydır ve bu durum kadının  gelişmesini yavaşlatır. Çünkü bu bağımlılık erkekleri memnun etmek için kullanılmakta yani yanlış yönlendirilmektedir. Bu durumu düzeltmek için değişiklikler öneren Gilman “The Home (1903)” adlı eserinde aileyi ekonomik bir birim olarak görme düşüncesinin kırılması gerektiğini ifade etmiştir.  Kadın evlilik içinde bir tarz fahişelik durumundadır. Çünkü erkek eve ekmek getirir, kadında bunu cinsel ilişki aracılığıyla alır görüşünü ortaya koymuştur (Donovan, 2007: 85).
Bu noktada özel alana dair eleştirilerini ele almamız gerekmektedir:
-          Kamusal toplum demokratik biçimde örgütlenirken aile içinde erkek egemenliği bir “despotizm” yaratmaktadır. Erkek ailenin reisi,ev ona aittir ve geri kalan dünya diğer erkeklerle rekabet edeceği savaş alanıdır.
-          Ataerkillik içerisinde özel mülkiyete dayanan aile, erkeğe aittir ve bu alan içerisindeki kadın, erkeğin malıdır.
-          Aile içerisinde her kanun ve gelenek, eril bakış açısından düzenlenir ve bu bağlamda ‘kadın erkeğe hizmet etmelidir’ fikri ortaya çıkar. Sahiplenen erkek kadını kurallarla kuşatır.
-          Erkeğin toplumsal ilişkileri, hizmetleri ve gerçek bir hayatı varken, kadın ev içine hapsedilerek insanca gelişmesi engellenmiştir (Donovan, 2007: 87).
Kültürel feminizm içinde anarşist eğilime sahip olan Emma Goldman da önemli bir yere sahiptir. Goldman gerçek özgürleşmenin kadının ruhunda başladığı görüşüyle, oy kullanma hakkı ve kadın özgürlüğü arasındaki bağı reddetmektedir. İçsel bir dürtü olan ve kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiyi belirleyen “aşk”a önem veren Goldman, kadınlar için cinsel özgürlüğün olması gerekliliğini savunan ilk feministlerden biri olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda ikinci dalga feminizmine yön veren ve 20. yüzyıl feministlerinin konusu olan ‘doğum kontrolü’nün, sıkı bir savunucusu olmuştur (Donovan, 2007: 100).
Bu görüş en iyi ifadesini Goldman’la birlikte dönemin ünlü feministi Margaret Sanger’de bulur. Sanger’e göre doğum kontrolü kadınların kendi bedenleri üzerindeki hakimiyeti sağlamalarına olanak tanıyarak kadının özgürleşmesinin temel koşuludur. Kadınların kendi bedenleri üzerindeki hakimiyetleri ve özgür cinsellik olanağı karşısında Goldman, kadının kendisini tamamen bir cinsel nesne olarak görmesinden endişe etmektedir. Ona göre sistem kadınlara uyguladığı baskı ile onları nesnelere dönüştürmektedir (Donovan, 2007: 110).

3.1.2. Varoluşsal ve Fenomenolojik Feminizm

“Kadın doğulmaz, kadın olunur.”   (Simon de Beauvoir)
Feminist düşünürlere göre, erkeklerin yarattığı dünyada kadınlar Öteki olarak marjinalleştirilirler.Bu temanın klasik formülleştirilmesi , Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet (1949/1957) kitabi ile yapılmıştır. Bu düşünüre gore insanların içinde yaşadıkları dünya, erkeklerin yarattığı ve erkeği özne olarak yani, dünyayı gören ve tanımlayan bilinç olarak varsayan bir kültür içinden geliştirilmiştir.
En iyimser görüşle bu kültür, kadınların deneyimini ve kendilerini bilme biçimlerini kavramsal çerçevenin kenarına iter. En kötümser görüşle  kadının «öteki» olarak inşasını oluşturur nesneleşmiş bir varlıktır. Buradaki son derece önemli sorular, kadınların kendilerini nesne/öteki durumundan özgürleştirmeyi başarabilmeleri veya başaramamalarıyla ve bu özgürleştirmede erkeklere benzer hale gelmek zorunda mı oldukları, yoksa, farklı bir öznellik mi elde edebildikleriyle ilgilidir (Ritzer, 2012: 329).

3.1.3. Sosyolojik Kuramları: Kurumsal, Etkileşimsel
Toplumsal cinsiyet farklılıkları çeşitli kurumsal ortamlar içinde, kadınların ve erkeklerin oynadıkları farklı rollerden kaynaklanır. Berger ve Berger (1983), J.Bernard (1981), Chodorow (1978), Risman Ferree (1995), M.Johnson (1989) örnek olarak bu çerçevede düşünmektedirler. Bu kuramın merkezi motifi, aile içinde cinsiyete dayalı işbölümüdür. Bu ortamlar içinde tekrarlanan deneyim, diğer kurumlar içine taşınıyor olarak ve politik davranışta, meslek seçiminde, şirket yönetimi sitillerinde ve ilerleme olanaklarında kadın ve erkekler arasındaki farklılıkları üretiyor olarak resmedilir (Ritzer, 2012: 330).
Etnometodoloji, toplumsal cinsiyeti bir «başarım» olarak çözümler. Bu teoriye göre kurumsal düzen, kültür ve tabakalaşma sitemlerinin, etkileşim içindeki bireylerin süregiden etkinlikleri yoluyla devam ettirdiğini ileri sürer. Dolayısıyla insanlar, toplumsal cinsiyeti yaratırlar. West ve Zimmerman (1987), cinsiyet, cinsiyet kategorisi ve toplumsal cinsiyet arasında ayrım yapar.
Cinsiyet: bir bebek bazı biyolojik cinsiyet biçimlenimleriyle doğar.
Cinsiyet kategorisi: yetişkinin onun cinsiyetini yorumlaması temelinde  bebeğe bir cinsiyet kategorisi belirlenir.
Toplumsal cinsiyet: bu belirlemeden sonra çocuğun etrafındaki herkes ve zaman içinde çocuğun kendisi, toplumsal cinsiyet yaratmaya, cinsiyet kategorisinin belirtilerine uygun olduğu kabul edilen biçimler içinde davranmaya başlar. Toplumsal cinsiyet, dünyaya anlam vermenin ve dünyanın işleyişini sürdürmesinin bir biçimi olarak birbirleriyle etkileşim içindeki insanlar tarafından sürekli olarak üretilir (Ritzer, 2012: 332).

No comments:

Post a Comment